Virginia Woolf (1882-1941) yirminci yüzyılın en önemli modernist yazarlarından sayılan İngiliz romancı. Edebiyatta bilinç akışı olarak adlandıran anlatım tekniğinin öncüsü olarak biliniyor. Babası Sir Leslie Stephen tarihçi ve yazardı. Eğitimli ve serbest görüşlü bir ailede büyüyen Woolf babasının kütüphanesinden de yararlanarak kendini yetiştiriyor ve yazarlığa merak salıyor.
Genç yaşta yazmaya başlıyor ve öykülerini takiben ilk romanını 1905 yılında yayımlıyor. Kadın hakları ve feminizm açısından da önemli görüşler ileri sürüyor. Yaratıcılığını kaybedeceği endişesiyle zaman zaman derin depresyonlar yaşıyor. 1941 yılında ceplerine taş doldurarak evinin yakınındaki nehre atlıyor.
Virginia Woolf’un çok sayıdaki romanı arasında en önemlilerinden biri de Mrs. Dalloway’dir.
Romanın baş kahramanı, üst sınıftan Mrs. Dalloway (Clarissa) bir Haziran gecesinde, evinde parti verecektir. Bunun için çiçek almak ürere sabah evden çıkar. Çiçekçiye giderken Londra sokaklarında geçmişe dair düşünceler içinde ilerler. Bu sırada hatırladığı en önemli konulardan biri de gençlik yıllarında tanıdığı Peter Walsh ile yaşadıklarıdır. Peter kendini sevdiren kültürlü ve sıcak bir insandır. Ama parlamento üyesi olan şu andaki kocasıyla evlenerek doğrusunu yapmıştır. Çünkü ona gerekli ve yeterli özgürlüğü verebilmektedir. Bazı diğer kişilere ilişkin hatırlamalar ve düşünceler içinde yoluna devam eder Mrs. Dalloway.
Romanda bir yandan da Septimus Warren Smith’in hikayesi verilir. Smith ve karısı da yürümektedir aynı sokaklarda. Septimus edebiyat çalışmaları yapan bir öğrenci iken Birinci Dünya Savaşına katılmış, yakın arkadaşını kaybetmiş ve bunların oldukça etkisinde kalmıştır. Ruhsal sorunları bulunmaktadır ve bu yüzden dış dünyayı oldukça farklı algılamaktadır. Karısı ile bir doktorun muayenehanesine gitmektedirler.
Roman genel olarak olay ya da olaylar örgüsünden oluşmaz. Bazı küçük olaylar olsa da temel bir olayın etrafında oluştuğu söylenemez bunların. Belki de en önemli olay Septimus’un ruhi bunalımı ve doktordan kaçmak isterken pencereden atlayıp intihar etmesidir. Bu olay romana oldukça felsefi bir temelde yedirilmiş ve Mrs. Dalloway’ın hikâyesi ile paralel verilmiştir.
Romanda kadın erkek ilişkileri, kadın hakları, eşcinsellik, ruhsal bunalımlar, insanların kendi algılayış, düşünüş ve sezgilerinin aldıkları kararlardaki önemi, toplumsal statüler, aile ilişkileri gibi önemli konularda okuyucu için büyük bir etkileşim ortamı sunulmaktadır.
Woolf roman konusunda şöyle demiştir: “Yaşamı ve ölümü vermek istiyorum, sağlığı ve çılgınlığı; toplum düzenini eleştirmek istiyorum, işler halinde en yoğun biçimde.”
Romanın 183. sayfasında yer alan aşağıdaki paragraf ilginçtir:
"Bir keresinde Serpentine'a bir şiling attığını hatırlıyordu, bir daha bir şey atmamıştı. O genç bütün hayatını kaldırıp atıyordu. Onlar yaşamalarını sürdüredursunlar ihtiyarlayacaklardı. Oysa önemli olan bir şey vardı; kendi günlük hayatında gevezeliğe boğulan, yalan düzen içinde bozulan, silinen, gün geçtikçe soysuzlaşan bir şey. İşte o genç bu önemli şeyi korumuştu. Ölüm, bir direnmeydi. Ölüm, iletişim kurma çabasıydı- insanlar gizemli bir şekilde ellerinden kaçan öze ulaşamayacaklarını anlıyorlar, yakınlık uzaklaşıyordu, tat yok oluyordu. Bir kucaklaşma vardı ölümde.
Şu kendini öldüren genç düşerken hazinesini elinde mi tutuyordu acaba? Bir zamanlar beyaz elbisesiyle yemeğe inerken, "şu anda ölmek, en büyük mutluluk olur" demişti."
Aslında romana ilişkin en önemli sonuçlardan biri de yazarın Septimus’un ölümünde Bayan Dalloway ve Onun sınıfında olanların rahat hayatlarının bir rolü olduğunu da düşündürtmesidir.
Belki de bugüne uyarladığımızda her gün bir yenisini duyduğumuz kadın ve çocuk ölümlerine günübirlik ve klişe gazete manşetleri dışında eğitim ve gelir yoluyla kapsamlı ve toplumsal bir çözüm bulamayışımızda hemen herkesin, özellikle de rahat ve ayrıcalıklı hayatların bir payı yok mudur, diye sorabilirdi Woolf.
Yorumlar
Yorum Gönder