Falih Rıfkı Atay'ın gözünden Atatürk

Tarih gerçekten önemli bir alan ve her dönemle ilgili bazı temel kaynaklara başvurmak gerekiyor. Bu manada, Kurtuluş Savaşı ve Atatürk devrimlerine ilişkin temel kaynaklardan biri olan Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya adlı kitabı dikkat çekici. 


Kitabı okurken felaketin eşiğine gelmiş bir ülkede yaşanan psikolojik atmosferi gayet iyi anlıyoruz. Atatürk’ün böyle bir ülkeyi uçurumun kenarından almasına, yoktan bir millet yaratmasına ve büyük bir medeniyet ufku açmasına ilginç gözlem ve diyaloglarla tanıklık ediyoruz. Hayretler içinde kalıyor, duygulanıyor ve gururlanıyoruz.

Birinci Dünya Savaşı’nda aslında kimsenin saflarında görmek istemediği gözden düşmüş Osmanlı’nın yenilmesi sürpriz olmadı.  Oluşan yeni koşullar ise tam bir felaketti. Öteden beri paylaşım ve tarihi öç alma çabalarına konu olan ülkemiz düşman silahları gölgesinde nefessiz kalmıştı. Halk yorgun ve çaresizdi.

Aydınlar, askerler, yöneticiler korku, kaygı ve endişe içindeydi. Ne yapmak gerekiyordu? Nasıl bir yol benimsemeli idi?

Başka ülkelerin mandasına girmeyi, dayatılan koşulları kabul etmeyi savunanlar olduğu gibi işgalcilere karşı savaşmayı gündeme getirenler de vardı. Fakat nasıl bir savaş ve kimin önderliğinde? Hem hangi imkanlarla? İşte bütün bu karmaşa içinde Mustafa Kemal’in yolu en meşakkatli, risklerle dolu ve fakat en onurlu yol olarak ortaya çıktı.

Hiç şüphesiz Atatürk etten kemikten bir insandı. Süper güçleri yoktu. Mesleği askerlikti. Kendince milleti kurtarmak üzere yapılması gereken şeyleri belirlemişti. Askerlik ve liderlik becerileri ona her türlü zorluğa rağmen istediklerini hayata geçirme imkanı sundu.

Kitapta bana en şaşırtıcı gelen şey, Atatürk’ün Anadolu’ya geçiş hikâyesinden başlamak üzere aslında her şeyin nasıl da bıçak sırtında ilerlediğini hayretler içinde görmek oldu.

Atatürk’ün başından beri birçok kere yalnız kaldığı halde inandığı yoldan dönmediğini, fakat her adımını da ihtiyat ve gerçekçilik temelinde attığını görüyoruz.

Atatürk Osmanlı’nın içine düştüğü hali ve sebeplerini iyi analiz etmişti. Enver ve diğer İttihatçıların aksine Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine karşıydı. Ama olan olmuş ve yeni bir felaketin eşiğine gelinmişti. Artık Anadolu’daki İstiklal mücadelesine başlamak için fırsat beklemekteydi. 

Atatürk’ün birçok ittihatçı ile arasında farklar vardı. Birçoğundan farklı olarak gerçekçi idi ve boş hayaller peşinde koşmuyordu. Yine de onun başarılı olacağına inanan pek azdı. Şöyle bir sözünü aktarıyor Atay:

“İnanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler. Ben Erzurum’dan İzmir’e sağ elimde tabanca, sol elimde sehpa, öyle geldim.”

Evet, Atatürk Samsun’dan başlayarak tehlikelerle dolu, çoğu zaman diğer Osmanlı komutanlarının caydırıcı telkinleri ve kıskançlıklarına karşı liderlik özellikleri ve inanmışlığı sayesinde çok hayati bir yolculuk yapmıştı. Kendi hayatını ortaya koymuştu.

Falih Rıfkı Atay onun olağanüstü liderlik özellikleri olduğunu söylüyor:

“Mustafa Kemal tam gününde ve saatinde doğmuştu. Kırk yıllık ömrümde onun liderlik dehasında hiç kimseyi tanımadım.”

Mustafa Kemal Kuva-yı Milliye’nin ilk zamanlarında çetelerle, daha sonra İstanbul’un emrinden çıkmak istemeyen bazı komutanlarla, fakat en zoru da Birinci Meclisteki muhalefetle sıkıntılı günler geçirmişti. Atatürk bütün bu güçlüklerden liderlik yeteneği ile çıkmıştı.

Çok yetenekli bir asker ve bağımsızlık tutkusu ile halk nezdinde gittikçe büyüyen mistik bir güce ulaşıyor, bu ise işlerini kolaylaştırıyordu. 

Anadolu’yu örgütleme yönündeki çalışmaları, halkın psikolojik ve ekonomik manada tükenmişliği, inanç eksikliği, muhaliflerin çıkardığı zorluklar gibi hususlar göz önüne alınınca kolay olmamıştı elbette.

Milli mücadele sırasında özellikle Eskişehir’in düşmesi tam bir düş kırıklığı yaratmıştı. Ordu Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Meclis kaynamaktaydı.  Mustafa Kemal düşmanları ise harekete geçmişti. Peki bundan sonra ne olacaktı? 

Meclisteki uzun tartışmalardan sonra Mustafa Kemal’e başkomutanlık yetkisi verilecekti. Mustafa Kemal bir süreliğine Meclisin yetkilerini de alıyordu. Cephe gerisinde ise çok kati tedbirlere başvurulmuştu.

Şöyle diyor Atay:

“Kılıksız, kıyafetsiz, yoksul ve biçare bir halk batan bir devletin yerine geçecek yeni bir Türk devletinin temellerini attıklarını bilmeksizin dişi ile tırnağı ile uğraşıyordu.”

Ankara ve Meclisteki vatanseverler de Ankara’yı bırakıp Anadolu’nun içlerine gitmeyi reddetmişti. Herkesin kalbi Sakarya için atıyordu. Bu gerçekten kritik bir aşamaydı. Atay şöyle diyor: 

“Uyanıklığımızda uykudaymış gibi sıçrıyorduk.”

Sonunda Atatürk bin bir güçlükle Samsundan başlattığı yolculuğu, büyük riskler ve meşakkatler içinde İzmir’de tamamlayıp zafere muvaffak olduğunda memleket sathına yayılan sevinci tarif etmek güç olur sanırım. Atay Büyük Taarruz için şu ifadelere yer veriyor:

“Ben ömrümde hiçbir edebiyat eserinde ordulara ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım.”

Atatürk askerlik sanatını çok iyi bildiği gibi kendisi de askerlerin yanı başında idi. 

Uşak’ta esir alınan Başkomutan Trikopis Atatürk’e sorar:

“Siz bu harbi nereden idare ediyordunuz?”

Atatürk cevaben şunu söyler:

“İşte tam o süngülerin parladığını söylediğiniz yerde, askerlerin arasında idim.”

Falih Rıfkı Atay şu ilginç ifadelere de yer veriyor:

“Bu zafer Millet Meclisine, ordu komutanlarına rağmen Başkomutan Mustafa Kemal tarafından kazanılmıştır.”

Kitabın milli mücadelenin başlatılması ve savaşa ilişkin gelişmeler yanında devrimler, ekonominin ayağa kaldırılması ve Ankara’nın bir başkent haline getirilip ihya edilmesine ilişkin bölümleri de bir hayli ilginç.

Bozkır’ın ortasında sıradan bir yerin milli mücadelenin merkezinde olması ve sonrasında önemli bir şehre dönüşmesine ilişkin hikayeyi çok güzel anlatıyor Atay. Metrelerce kar yağan, kurtların sokaklara indiği, elektriğin bulunmadığı sıradan bir yer…Ankara’nın böyle bir yerden başkente yaraşır şekilde idealist bir yaklaşımla geliştirilmesine ilişkin Jansen planının ayrıntılarını görüyoruz kitapta.

O günün koşulları düşünüldüğünde, elde avuçta hiçbir bir şey kalmadığı dikkate alındığında bir milli ekonomi yaratılmasına ilişkin çabalar da gerçekten takdire şayan. Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sonrasında çok ciddi sermaye ve insan kaybı yaşanmasına rağmen zorlukla kurulan işletmeler, denk bütçe, denk ticaret hacmi konusundaki çabalar örnek olacak nitelikte.

Şöyle diyor Atay:

“Meclis kürsüsünde üç beyaz tartışması revaç bulmuştu. Ekmeğimizi kendi unumuzdan yoğurmak, şekerimizi kendi pancarımızdan almak, bezimizi kendi pamuğumuzdan dokumak…”

Yeni kamu işletmeleri kurmak için sermaye yoktu. Bin bir güçlük içinde adımlar atılıyordu. Örneğin, daha önce bir bölümü milli mücadele için harcanan Hindistan’dan Mustafa Kemal’e gönderilen paranın geri kalanının İş Bankasının ilk sermayesi olarak kullanıldığı anlaşılıyor.

Devrimler konusundaki gelişmeler de oldukça önemli ve ilginç. Aslında Osmanlı döneminde başlayan eğitim ve idaredeki reform çabalarının Atatürk’le birlikte çok ciddi bir gündem haline geldiği görülüyor. Laiklik, eğitim ve dil konusundaki devrimler yanı sıra saltanat ve halifeliğin kaldırılması ve Cumhuriyetin ilanı gibi konuların da çok önemli tartışma ve çekişmeler sonucu, Atatürk’ün çok büyük gayretleri ile hayata geçirildiği anlaşılıyor.

Atatürk’ün yakınında olan Falih Rıfkı Atay’ın özellikle laiklik konusunu çok önemsediği görülüyor:

“Cumhuriyetin kuruluş devrinde bir asırdan beri devam eden medeniyet mücadelesinin kesin zaferi medeni kanun ve laisizmle kazanılmıştır.”

Peki Atatürk bir Batı hayranı mı idi? Bu soruya yanıt niteliğinde şu ifadelere yer veriyor Atay:

“Mustafa Kemal adeta şark sözünden tiksinecek kadar Batıcı ve medeniyetçi ise “ecnebi sevmez” denecek kadar da Frenklikten uzaktı. Kemalistin bağımsızlık fikri tertemiz, pürüzsüz, tavizsiz, Türkçü ve Türkiyeci idi.”

Kitaba genel olarak bakıldığında Atatürk’ün asıl gücünün, gerçekçiliği, ağır koşullar altındaki liderlik yeteneği ve millet nezdindeki kudreti olduğunu görüyoruz. Onun gerçek gücü millet nezdindeki karşılığı idi. Kızdığında ya da fikir ayrılıkları olduğunda “millete giderim” diye kestirip atıyordu.

Kitabın liselerde mutlaka okutulması gerektiğine inanıyorum.

Yorumlar