Harf devrimi geçmişten kopardı mı?

Harf değişikliği Atatürk devrimlerinin en ilginç ve en önemli olanlarından biri. Zira 1 Kasım 1928 tarihinde yayımlanan bir Kanun ile yüzyıllardır kullanılan Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesi oldukça radikal bir adımdı. Herkesin bu yeni alfabe ile okuyup yazması gerekecekti. Ayrıca yazılı kaynakların mümkün olduğunca bu yeni alfabeye çevrilmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştı.

Kimileri bu kararı geçmişle bağın kesilmesi olarak görüyor ve bu tartışma cılız da olsa günümüze kadar ulaşmış durumda. 

Karşıt görüşleri en etkili şekilde dile getirenlerden örneğin Cemil Meriç eski alfabenin bizi, İslam, İran kültürü ve maziye bağladığını söylüyor ve yapılanı hata olarak görüyor. Meriç’e göre alfabe değiştiren millet yok ve bu değişiklik ile okuma yazma oranı hızlı şekilde artmış da değil.


Dönemin önemli bir entelektüeli olan Ziya Gökalp Osmanlı’nın çöküşünü, Türk kurum ve geleneklerinin ihmal edilip Arap ve İran değerlerine bağlı kalınmasına dayandırmakla birlikte alfabe değişikliğine karşı çıkan isimlerden.

Peki Atatürk neden alfabe değişikliğine başvurmuştu? Cemil Meriç’in eleştirilerinde haklılık payı var mı?

Önce genel bir çerçeve çizmek gerekirse, konuyu Osmanlı’nın gerileme dönemi ve bunun nedenlerine ilişkin tartışmalar kapsamında ele almak yararlı olur. Esasen gerileme dönemi Türk modernleşmesi ve Atatürk devrimleri açısından bir milat. Zira Atatürk’ün hayata geçirdiği devrimlerin fikirsel temelleri 18. yüzyıla kadar gidiyor. Özellikle 19. yüzyılda aydınlar ve bürokratlar Osmanlı’nın gerileme nedenlerini analiz ederek çeşitli girişimlerde bulunmuş ama çöküş süreci durdurulamamıştı. Buna imkan da yoktu aslında. Çünkü çağın gelişmeleri dikkate alındığında “millet sistemi”nin daha fazla yürürlükte kalması mümkün değildi. Osmanlı geçmişteki birçok avantajını ve gücünü yitirmişti. Avrupa ise büyük ilerlemeler kaydetmişti. Siyasi ve ekonomik olarak çöküşün eşiğine gelinmişti. Atatürk ve arkadaşları ise bağımsızlık savaşı ile birlikte Türk ulusunu inşaya girişti. Türk milletinin gizli ve yaşayan kültürünü ortaya çıkarmak Atatürk’ün önemli bir gündemiydi.

Osmanlı tarihini inceleyen birçok önemli yazarın dile getirdiği gibi Osmanlı’da Türklük bilincinin uyanması Balkan Harbi sonrasındaki psikolojik atmosfere dayanıyor. Şevket Süreyya Aydemir’in “Suyu arayan adam”da yahut Şerif Mardin’in “Türkiye’de din ve siyaset” adlı kitabında dile getirdiği gibi Osmanlı’da Türk kavramı köylü, göçebe anlamındaydı ve kimsenin açıkça söz ettiği bir şey değildi. Osmanlı’nın uyguladığı sistem gereği herhangi bir milletin öne çıkması gerekmiyordu aslında. Ama  çöküş süreci ile birlikte asli unsur olan Türk milletinin kendi benliğine kavuşması ve ayağa kalkması şart olmuştu. Atatürk haklı olarak bir yeni onur arayışındaydı. Dolayısıyla harf devrimi konusu da öncelikle bu genel çerçeve içinde ele alınmalı.

Değişikliğin gerekçesine bakıldığında Arapçanın Türkçe ifadeleri tam olarak karşılayamaması, Türk dilinin Arapça ve Farsça etkisinde silikleşmesi ve eğitim öğretimdeki zorluklar dile getiriliyor. Ancak asıl amacın bunun çok daha ötesinde olduğu anlaşılıyor. Çünkü Atatürk Türk milleti için yeni bir başlangıcı hedeflerken Ortadoğu yerine Batı ile ilintili bir medeniyet ufkunu gündeme getiriyor. Örneğin Şerif Mardin’e göre alfabe Batı dillerindeki çalışmalara kısmen daha kolay bir girişi mümkün kılmak gayesiyle Latinceleştirildi.

Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı kitabında Latin alfabesi meselesi hakkında, Türk kafasını köklerine kadar Arap kaynaklarından sökecek ve milli kılacaktır, demektedir.

Dönemin önemli yazarlarından Hüseyin Cahit ise Tanin’deki yazısında "Bugün kullanmakta olduğumuz harflerin Türklük ve Müslümanlıkla ilgisi yoktur, Türkler kendi yazılarını bırakıp bunları sonradan almışlardır," demiştir.

Dolayısıyla o dönemde bazı entelektüel ve yazarlar ulus inşası ve Türk köklerini canlandırma, ayrıca Arap ve Fars kültürünün etkisini azaltma amacıyla Latin alfabesini desteklemişken, bazıları da bunun önemli bir kopuş olduğunu ve sorun yaratacağını dile getirmiştir. Görünen o ki Atatürk’ün kararlılığı ve karizması olmasa kolay kolay hayata geçirilecek bir konu da değildir.

Esasen Osmanlı alfabesi Fars Arap harflerinden uyarlanmıştı malum. Daha da önemlisi Arapça ve Farsça kelimeler Türkçe’nin önüne geçmiş, Saray çevrelerinde ve bürokraside halk nezdinde pek de anlaşılmayan süslü yeni bir dil söz konusu oluşmuştu. Türkçe’nin özgün ve yalın hali ise halk arasında daha makbul ve daha canlıydı.

Neticede geçmişle önemli bir hesaplaşma olduğu açık. Ama bu yeni alfabenin Batı dünyasına entegrasyonu kolaylaştırdığı gibi diğer coğrafyalardaki Türk halkları ile bağları güçlendirdiği de söylenebilir. Ayrıca Yunus ve Karacaoğlan’ın arı Türkçesini bu yeni alfabe ile okumak gayet kolay olmuştur.

Diğer taraftan örneğin Osmanlı arşivine girip araştırma yapmak için eski alfabeyi bilmek gerekiyor elbette. Yani konunun artıları ve eksileri olduğu açık.

Harf devrimi öncesinde okuma yazma oranı ise yüzde 10 civarındaydı. Bu kitlenin ne kadarının kitaplarla alakası vardı bilinmez ama harf devrimi sonrasında önemli bir okuma yazma seferberliği başlatıldığı biliniyor. Yine de okuma yazma oranındaki yükselme Sovyet Rusya’daki gibi hızlı olmuyor kanımca.

Diğer taraftan, önemli entelektüel Cemil Meriç kendi alfabesini değiştiren millet yok diyor ama ünlü tarihçi İlber Ortaylı’ya göre Almanya, Rusya, Çin gibi ülkeler de alfabesinde değişikliğe gitti.

Ayrıca eğer alfabe değişikliği ile geçmişle bağ kopuyorsa o zaman Uygur alfabesinin bırakılıp Arapça alfabeye geçilmesi de yanlıştı.

Gelelim geçmişteki fikirsel hazine ile bağın kopması konusuna. Aslında dürüst olmak gerekirse Türkiye’de bilim ve edebiyat alanındaki gerçek sıçrama Cumhuriyetle birlikte oldu. Bugün Nobel kazanmış bilim adamı ve edebiyatçılarımız var.

Oysa Cemil Meriç’in kendisi “Sosyoloji notları” adlı kitabında Osmanoğulları’nın fikir adamı yetiştiremediğini, çünkü bir kültür mirasına konmadığını, ayrıca sınıfların oluşmamasının düşünceyi engellediğini söylüyor. 

Dolayısıyla yazılı kültürel Hazinemizle bağ koptu demek haklı ama yeterince haklı değil. Ayrıca okuma yazma bilmeyen  bir halk için yazılı kaynaklar ne kadar önemliydi tartışmalı. Onları kısmen de olsa yeni alfabeye çevirmek pekala mümkündü ve yapıldı da.

Diğer taraftan dil ve kültür ilişkisi karşılıklı. Siz ne kadar bilim, sanat, edebiyat yaratırsanız dil de o kadar gelişir. Alfabe buna engel değildir. Ayrıca eklemeli diller grubunda yer alan Türkçe, kurallarının sağlamlığı ve eklerinin çeşitliliği ile, yapı açısından türetmeye ve gelişmeye elverişli bir dil. Dildeki aşırı sadeleştirme çalışmalarının yanlışlığı ise anlaşılmıştı bilahare. Dolayısıyla alfabe tartışması artık geride kalmış bir konu kanımca. 

Son olarak belirtmek gerekir ki, önemli olan bilme ve öğrenme iklimidir. Buket Uzuner'in dediği gibi geçmişini ve mitolojisini bilmeyen toplumlar köksüzdür.



Yorumlar