Sevgili günlük-hayat-

 

Yaşamı en çok neye benzetiyorum diye sorarsan; gürül gürül, deli dolu akan, sonra dinginleşen ve yatağında sönen bir nehre benzetiyorum. Çocukluğumuz, anne babamızın mücadelesi, deli dolu gençliğimiz, kendi mücadelemiz, önemli duraklar, sonlar ve başlangıçlar geliyor aklıma. 

 

İnsan anne rahminden sonra, belki o zamanlar dahi yalnız aslına bakılırsa. 

 

Kendini koruyamadığın o bebeklik döneminde anne babanın gözlerinin içine bakarsın. Terk edilmek paranoyasıyla yaşarsın. Seninle en çok vakit geçirenin, en çok oyun oynayanın, hiç kızmayanın, saçlarını okşayanın heykelini dikersin kalbine.


 

O çocukluk döneminde mutlu anların peşinde koşup durursun. Sonra sıyrılırsın kucaklardan. Güvenli limanlardan bilinmeyene, kendini yakmaya yelken açarsın.

 

Ne demeli şu gençliğe? İçinde peydahlanan delice dürtülerin etkisinde halden hale girer insan. Biri beni görsün, fark etsin ister hep. Hayaller kurar.

 

Kendini, dünyayı, anlamaya, sorgulamaya başlarsın zamanla. 

 

Seni bir kalıba sokmaya uğraşanların, çevrenin, kültürün etkisindesindir bir yandan. Kimi sorgular her şeyi. Kimi de kafa yormadan bu kalıpların ona verebileceği şeylerin peşine düşer.

 

Kiminin de bir yerlere, gruplara, yapılara ait olmak, geleceğini buradan inşa etmek kolayına gelir. 

 

Ama bir de özgür ruhlular vardır. Onlar her şeyi sorgular hep, hiç kimsenin, hiçbir şeyin esiri olmak istemezler. Kendi heykelini yontup dururlar.

 

Yetişkinler bir rutinin içinde, iş, para, ev, aile, çocuk telaşında yıllarını harcar. Hayal kırıklığının, öfke nöbetlerinin pençesine düşer kimi. Kimi de sessizce, çaresizce bakıp durur olan bitene.

 

Zamanla ölümlülük gerçeği daha çok dayatır kendini, zihnine asılıp kalır. 

 

İnsan yaşlanınca ağrıların, güçsüzlüklerin, yakıcı anıların pençesine düşer. Bir yandan da yaşamın güzelliğinin farkındadır. Kimseye ilişmeden kalan anların tadını çıkarmaya çalışır. Soluk bir gülüşle bakar her şeye. Gençliğini düşünüp durur.

 

Gittikçe gücünü yitirir sonra. Yaşıtlarının kaybını yaşar ardı ardına.

 

Sessiz bir ölümün, kalabalık bir cenaze töreninin hayalini kurar.

 

Fakat nasıl bir anlam içindi her şey?

 

Hep ilginç gelen şeylerden biri doğada canlılar açısından temel mücadelenin hayatta kalmak, çoğalmak, bilerek veya bilmeyerek kendi türünün devamını sağlamak olması. Gerçekten anlam bu mu? Yani insan açısından da bir aile kurup çoluk çoluğa karışmak mı asıl olmalı, bilmiyorum. Ama insan çok karmaşık bir varlık aynı zamanda. Her şeyi yargılayan, seçen, ayırt eden Goethe’nin dediği gibi. 

 

İnsan nasıl bir anlam inşa edebilir hayatında peki? Kimi yazarlar sevgiyi hafife almayın diyor mesela. Bir amacınız olsun, diyor kimileri de. 

 

Hayat ona verdiğin değeri ifade eder, diye bir söz okudum geçenlerde. Yani sorguluyoruz, bir yerlerden cevap arıyoruz ama biz ne inşa edersek o mu anlam yoksa? Ya da şairin dediği gibi sevdiğin kadar sevilirsin belki de.

 

Geçenlerde şöyle bir araştırmaya denk geldim. Mutluluk aslında bulunan bir şey değilmiş ve onu inşa etmek gerekiyormuş zaten. Bunun yolu da kendimize, ilişkilerimize ve sevdiklerimize daha çok önem vermekten geçiyormuş. Yani biraz yavaşlamak ve “an”da bulunmaktan söz ediyorum. Düşünüp taşınmak da gerekiyor tabi.

 

Peki nedir insanların yüzleştiği en ağır şeyler? Yazarların hayata dair boğuştuğu büyük sorulara bakılırsa, en heyecan verici, kendinden geçirici konu aşk sanki. Hatırladığımız en önemli şeylerden biri. Ve ölüm kuşkusuz en büyük soru. O boşluk, bırakılan ve bıraktığımız. 

 

Ve dönüp dönüp takıldığımız şey çocukluğumuz. Safça, savunmasızca, merak yüklü, korku yüklü, cesaret yüklü, umut yüklü, neşe yüklü halimiz. Ve bizi var eden annemiz ve babamız. Sonra etrafımızdaki insanlar. Bize iyi davrananlar ve kötü davrananlar. Kalbine bir çocuğun gözlerinde ayna tutulan yetişkinler. 

 

Ama sevgili günlük, bu çocuklukta var bir şey işte. Hatırladığım en güzel anlar neydi biliyor musun? Babaannemle uyumak ve beni dizine yatırıp saçımı okşaması. Ona sarılarak, sıcacık vücudunun hissederek uyumak öyle güzeldi ki. Yani insanın gerçekten katıksız sevilme arzusu mu bu?

 

Bak işte yine takılıp kaldık çocukluk günlerine. O anıların bu kadar berrak ve güçlü olması nedendir? Hayatın gittikçe mutsuz eden yüzüyle karşılaştıkça o saf ve sevgi delisi zamanlarımızı hatırlamamız, büyük bir özlem aslına bakılırsa. Dünyadan, hayal kırıklıklarından, bütün çirkinliklerden, kötülüklerden haberdar olmadığımız o dönemleri hatırlamamız bir isyan bir bakıma da. İşte Tolstoy başta olmak üzere birçoklarının vurguladığı gibi hayatın özü sevgi arayışıdır belki de.

 

Yine de en iyisi Orhan Pamuk’un o sözüyle bitirmek yazıyı:

 

Hiç bir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç.

Yorumlar