Kasaba meselesi

 

Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” adlı öyküsü bugüne kadar yazılmış en iyi Türk öykülerinden biridir. O evlenmek istemeyen genç kızın sözlerini okurken, içimizde bir sızı oluşur. Taşranın yalnızlığı, çaresizliği, birbiriyle iç içe insanların bunalımı aynı bütünün parçasıdır. Yaşanan huzursuzluk, toplumsal normların mutsuz edici etkisi açıkça görülür bu öyküde.

 

Kasaba ve taşra teması Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde de önemlidir. Örnek olarak, Mayıs Sıkıntısı, Kasaba, Uzak, Bir Zamanlar Anadolu’da, Kış Uykusu, Ahlat Ağacı, Kuru Otlar Üstüne gibi filmler sayılabilir. Arada kalmışlık, sıkışmışlık, toplumsal normların insanları birbiri üzerinden baskılaması, karamsarlık, düşünceli ruh hali, uzaklara gitme isteği gibi durumlar, diyaloglar ve olay örgüsü yanı sıra mevsimlerdeki değişimler, yollar, kar ve benzer semboller üzerinden de anlatılır.

 



Diğer taraftan, ünlü tarihçi İlber Ortaylı “Yakın Tarihin Gerçekleri” adlı kitabında kasabalar hakkında ilginç tespitlerde bulunuyor. Tabi bu tespitlere herkes katılmayabilir ama önemli gördüğüm bir bölümünü aktarmak istiyorum:

 

“Türkiye’nin sorunu köy ve köylülük değil kasabadır…Sorun sadece nüfus ve bütçe değildir. Türk kasabası 17. yüzyılda Evliya Çelebinin lezzetle anlattığı çarşı, pazar ve zanaatların lezzetle tasvir edildiği birimler değildir artık. İki asırdır dışarıdan civar köylerin pazarlamasına ananelik yapan, malumat getirilip dağıtılan, kendisi hiçbir şey üretmeyen, dedikodu ile gün geçiren, eğitimin niteliksiz olduğu, esnafın büyük şehir ürününü paylaştığı yerlerdir…Eğer üretimin artmasını istiyorsak bu ara yerleşme birimlerini ya sanayi alanında geliştirerek ya da aksine turizm ve tarımda yoğunlaşan yerleşme bölümleri haline getirerek muhafaza etmeliyiz. Kasaba artık klasik muhafazakar yapısıyla korunamıyor ve derhal göç tehdidine uğruyor. Her göç kasabanın genç ve dinamik nüfusunu alıp götürüyor ve onu durgunluğa mahkum ediyor.”

 

Taşraya gittiğinizde uzakların hayalini kuran genç insanların gözlerindeki bekleyişi, o saklı memnuniyetsizliği görebiliyorsunuz. Zira kentlerin sunduğu başta eğitim ve iş imkanlarını, ayrıca özgürlük konusunu dikkate aldığınızda anlayabiliyorsunuz bunu. Geçmişle kıyaslandığında eski yerleşiklerin çoğunlukla göç edip gittiğini, gençlerin azaldığını, köylerden göç sonucu kültürel farklılaşmaların arttığını, köy ve kasabanın bir arada yaşandığını da görüyorsunuz.

 

Ülke gündemi ve coğrafyanın sorunları hepimizin üzerinde bir yandan. Fakat kentte eşini, ortamını, arkadaşını, gerekirse yalnızlığını seçebilirsin. Oysa taşrada buna imkan yoktur. Üzerine çöken sıkıntıyı, çaresizliği aynı insanlarla yüz yüze yaşarsın. Küsersin, kızarsın ama o aynı insanlarla aynı ortamların içinde debelenirsin. Sözler daha yakıcı, bakışlar daha yaralayıcıdır bazen. İnsanlar birbirlerini yanlış anlar sık sık. Dostluklar da güzeldir ama gidin bir mekanda bir süre oturup, gözleyin insanları, yüzlerdeki donukluğu, hoşnutsuzluğu görürsünüz. İnsanların bazen birbirlerine acımızca yüklendiğini de görürsünüz. Şakalarla incitirler birbirlerini. Nedendir bilmiyorum. 

 

Kurumlar yeterli etkide bulunamıyor kanımca. Ülkede kolektivizm gerilemiş durumda. Herkes birbirine güvensiz. Gelen görevliler gitmenin derdinde genelde. Nerede o yetmişlerin idealist insanları. Herkesi içine alan bir siyaset gündemi vardır ki, bu da üstüne gelir insanların. Bu ülkede herkes masa başında, eli ayağı kirlenmeden, o anlamsız evraklar arasında iş görmeye çalışıyor. Taşrayı biraz da bu bitirdi zaten. Üretmektense masa başında oturup, az bir maaşa talim etmek geçer yol görüldü. Eski Yunan’da en önemli faaliyet sayılan tarım, insanlar aç kalmaya başlayınca önemini daha fazla hissettirecek gittikçe.

 

Özellikle 1980 sonrası yaşanan dönüşüm ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin taşrada daha belirgin etkiler yaratması söz konusu oldu bir yandan. Örneğin 70’li yıllarda, kolektivitenin daha yaygın olduğunu, insanların dayanışma ve yardımlaşma duyguları içinde, az bir gelirle ama benzer şartlar içinde daha mutlu yaşadıklarını anlıyorsunuz.

 

Başka bir nokta ise birçok kasabanın özgün niteliği (mimari, doğa, çevre, üretim yapısı vb) ortadan kalkıyor ve her yer birbirine benzemeye başlıyor. Türk köy ve kasabalarında kolaycılığın ve standart yoksunluğunun eğreti bir manzara ortaya koyduğunu görüyoruz. Geleneksel yapılar bilinçsizce yok ediliyor, etrafı sıvanıp boyanarak, tekleştirilerek güzelleştirilmeye çalışılıyor ama tam tersi bir sonuç ortaya çıkıyor.

 

Sanırım kasabalarda en büyük görev kurumlara ve belediyelere düşüyor. İnsanların çaba ve yeteneklerini seferber edecek, kolektivizmi güçlendirecek, kooperatifleri teşvik edecek, standartları yükseltecek, restoranından, kahvesine her yere çeki düzen verecek, estetik meseleleri gündeme getirecek ve kadınların üretimde ve sosyal ortamlarda daha fazla var olmasını teşvik edecek faaliyetleri kurumlar ve belediyeler organize edebilir. Etmelidir de.

 

Byung Chul Han’ın “Zamanın Kokusu” adlı kitabında bir tespit dikkat çekici. Yazar diyor ki, bağlarını çözmek ve iliştirilmekten çıkmak değil, içerilmek ve iliştirilmek özgürleştiriyor. Yani insan, insanlar içinde de özgür olabilir.

 

Birbirimize tutunmaktan, anlamaya çalışmaktan, ortak ideallerin peşine düşmekten başka çaremiz yok.

Yorumlar