Hindistan gezisi


Sabaha karşı, tabelasında “Ram Hotel-Delhi” yazan üç yıldızlı küçük otelin önünde iniyorum taksiden. İlk kez kapısı içeriden kilitli bir otelle karşılaşıyorum. Bir kaç defa zile bastıktan sonra gözlerini ovuşturan, esmer, zayıf bir genç açıyor kapıyı. Sonra diğerlerini görüyorum; koridor mermerlerine serdikleri çarşafın üzerinden doğruluyorlar. Bavulumu taşımak üzere hamle yapıyor biri. Gülüyor bir de. Mermerin üzerinde uyunur mu, sonra da gülünür mü? Ne düşüneceğimi bilemiyorum. Pasaportumu uzatıp kayıt işlemini tamamladıktan sonra odaya çıkıyorum. 

Bir süre odayı inceledikten sonra televizyonu açıp yerel bir müzik kanalı buluyorum. Erkek şarkıcının yarı çıplak göğsüne baygın, ağlamaklı bir ifadeyle yaslanıyor kadın, sonra da dans etmeye başlıyorlar. Birbirlerini itip uzaklaştırıyor, ardından koşarak birleşiyorlar. Böyle sürüp gidiyor bu. 



Ayaklarımı koltuğun önündeki sehpaya uzatıyorum. Saatinde gelecekler mi, Tac Mahal’e sorunsuz gidebilecek miyim? Sonra başka sorular. Bir an için uyku bütün düşünceleri yeniyor, göz kapaklarım düşüyor. Ama çok geçmeden telefonun sesiyle sıçrıyorum koltuktan. Lobideki uykulu genç “Dışarıda bekliyorlar”, diyor. Merdivenlerden aşağı doğru inerken dedemin, rüyamdaki o yorgun, kederli yüzü gözümün önüne geliyor. 

Pazar sabahı, altı buçuk sularında Delhi’den Agra’ya doğru ilerliyoruz ama hava aydınlanmakta zorlanıyor sanki. Tata marka otomobili kullanan şoför tütüne benzeyen garip bir ot çiğneyip, ara sıra dışarıya tükürüyor. Bense arka koltukta yanımda oturan rehbere ısınma amaçlı sorular soruyorum. 

Otel beklediğim gibi çıkmasa da, şoför ve rehberin saatinde gelmesine, yarınki toplantı öncesinde Tac Mahal’i görecek zamana sahip olduğuma seviniyorum. Üstelik söylendiği gibi şaşırtıcı derecede az bir ücret talep ediyorlar. Artık tek sorun, aşırı yorgunluk ve Indra Gandi Havaalanından dışarı çıkar çıkmaz hissetmeye başladığım birbirine karışmış toz, baharat ve nem kokusu. Yalnız otelin adına, sonra o kısacık uyku sırasında düşümde yine dedemi gördüğüme şaşırıyorum biraz. Daha üç gün önce ayrıntılarını öğrenebildiğim onun ve o beyaz koçun tuhaf hikayesi bir kez daha canlanıyor kafamda. Ama böylesine ilginç bir ülkede olmak, soldan akan, gürültülü trafik, aracın içindeki yeni tanıştığım  insanlar nedeniyle silinip gidiyor ayrıntılar. Her an bir kaza olacak diye ödüm kopuyor üstelik. Araçların çoğunda ayna yok. Korna çalarak geçiyorlar birbirlerini. Otomobilin içinde bir o tarafa bir bu tarafa bakıp keşfetmeye çalışıyorum güzergahı. Sorduğum sorulara samimi cevaplar veriyor rehber.

Agra’da bir üniversitede sanat tarihi okuyan rehber Tejas’ın dediğine göre Delhi Agra arası yaklaşık üç saat sürecekmiş. Ama karma karışık trafik, korna sesleri, dönüşte daha da kalabalık olacağı söylenen yollar nedeniyle zorlu geçeceğe benziyor. Bir ara duyduğum en uzun, manalı korna sesi üzerine dayanamayıp soruyorum:
“Neden böyle Tejas?”
“Ne?”
“Kornalar?”
“Birini geçmek istersen uyarıyorsun. Siz de yok mu bu?”
“Biz ayna ve sinyalleri kullanırız.”
“O da olur.”
“Ama yorucu değil mi bu?”
“Olmaz mı. Şoförün çiğnediği ot var ya. Bir çeşit sakinleştirici. Bu trafiğe başka türlü dayanılabilir mi?”
“Pazar sabahı neden bu kadar trafik var peki?”
“Bugün tatil, Agra’ya giden çok kişi oluyor.”
Daha şimdiden hangisine yoğunlaşacağımı şaşırdığım izlenimler kafamda dolaşıp duruyor. Her şey birbirinin zıddıyla var sanki. Tam kaos hali diyecekken, sakin, huzurlu yüzlerini düşünüyorum. Hele şu mermerin üzerinde uyuyup sonra gülümseyen çocuk? Neden hala etkisindeyim bilmiyorum. Delhi çıkışında çöp yığınları üzerine kurulmuş kulübe evler, sabahın köründe ulu orta tuvaletini yapan çıplak ayaklı çocuklar gözümün önüne geliyor. Neden bu yoksunluk diye düşünmeden edemiyorum. 
“Neden böyle Tejas?”
“Kalabalık fazla, Tanrıya şükür Sadhu’lar var”, diyor gülerek.
Bu kelimeyi duyar duymaz Tabucchi’nin uçakta okuduğum kitabında bahsettiği, hastane odasında cinsel organı karnının üzerine büzüşmüş halde yatan ve hayatında asla dölleme yapmamış o adamı hatırlıyorum. Tejas’a soruyorum konuyu.
            “Sadhu’lar sahip oldukları her şeyden vazgeçerler, cinsel ilişki yaşamazlar ve yaşamlarının büyük kısmını meditasyonla geçirirler.”
“Yani üreme önemli değil mi onlar için?”
“Normalde belli bir yaştan sonra bu hayat tarzı seçilir ama genç yaşta Sadhu’lar da çoğaldı artık.”
“Çoğumuza göre hayatın anlamı üremek halbuki.”
“Doğru ama koca Hindistan’da dört beş milyon civarındadır Sadhu’lar.”
“Bize göre az değil bu sayı.”
“Anlıyorum. Senin çocuğun var mıydı bu arada?”
“Evli değilim ki. Senin var mı? Gerçi daha öğrenci olduğunu söyledin ama.”
“Yok, belki de Sadhu olurum, kim bilir.”
“Şaka yapıyorsun.”
“Evet şaka yapıyorum.”
“Biliyor musun insanların kendi istekleriyle üreme faaliyetinde bulunmamaları hayli ilginç geliyor bana.”
“Neden?”
“Çünkü bazıları için büyük sorun olabiliyor bu. Mesela dedemin hiç çocuğu olmamış ve bundan dolayı çok mutsuz olduğunu biliyorum.”
 “Nasıl yani, sen nereden geldin o zaman?”

Susuyorum. Tejas kaçamak bakışlarla yüzümden bir anlam çıkarmaya çalışırken, ineklerin uluorta dolaştığı, cadde boyunca çöplerin sağa sola dağıldığı küçük bir şehirden geçiyoruz. O sırada acı bir fren sesiyle ön koltuğa yapışıp geriye fırlıyorum. Otomobilin çarptığı zayıf, yarı çıplak, saçı sakalı uzamış bisikletli adam yere düşüyor. Tejas ile birbirimize bakıyoruz. “Korkma”, diyor. Sonra bisikletten düşen adam bir anda ayağa kalkıyor ve kendisine katılan bir kaç kişi ile birlikte otomobile doğru ilerliyor. Şoförün yanındaki cam açık. Ama o başını ellerinin arasına alıp büzüşüyor koltukta. Bisikletteki adam otomobilin içini süzerken göz göze geliyoruz bir an. Yanındakiler bağırarak bir şeyler söylüyor. Şoförün ağzından yalvarır gibi bir iki sözcük dökülüyor. Tejas susuyor. Hindu dilinde konuşulanlardan hiç bir şey anlamıyorum. Bir iki dakika bağırıp çağırdıktan sonra ayrılıyorlar. Yalnız bisikletli adamın hafifçe topalladığını fark ediyorum. Buzu çözülmüş gibi canlanan şoför aracı çalıştırıyor. Ağır ağır hareket ediyoruz. Tejas bana dönerek;
            “O bir Sadhu idi”, diyor.
“Demek dünyadan elini eteğini çekmiş biri o. Peki neden mutsuz göründü öyle?”
“Kazadandır.”
“Kızgınlık ya da başka bir şey değildi, mutsuzluktu gördüğüm. Bir de adam topallıyordu, dikkat ettin mi?”
“O konuyu merak etme yanındakiler hastaneye götürecek şimdi.”
Tabucchi’nin kitabında bahsedilen hastanedeki adamı hatırlıyorum yeniden. Otomobil hareket ettikten kısa süre sonra duruyor. Şoför yavaşça başını çevirip;
“İlerleyemeyiz”, diyor. 
“Neden?”
“Korna bozulmuş.”
Bir ona bir de Tejas bakıyorum şaşkınlıkla. Tejas’a yönelen şoför, kötü bir İngilizce ile;
            “Çok yakında bir tapınak var, orayı gezdirebilirsin, bende bir iki saat içinde korna işini hallederim, sonra devam ederiz”, diyor.

Yaklaşık beş yüz metre yürüdükten sonra bahçe içinde, önünde küçük bir havuz bulunan tapınağa varıyoruz. İçeriye çıplak ayakla girmek gerektiğinden çoraplarımızı, ayakkabılarımızı bir poşete koyup yanımıza alıyoruz. Dışarıdan gösterişsiz tapınağın içi oldukça ilginç görünüyor. Fil, at, aslan gibi hayvanların insan vücuduyla karışmış figürleriyle süslenmiş duvarlar. Özel olarak aydınlatılmış sahne benzeri bölümün önüne geldiğimizde, bir koç ve üzerinde oturan kırmızı bedenli adamın heykeline takılıp kalıyorum. Tejas; 
“Bu, tanrı Agni. Ateş tanrısıdır. Agni her sabah yeniden doğar. Ölümsüzdür yani”, diyor. 
“Çok ilginç uzuvları var.”
“İki başı, yedi dili, üç bacağı, dört de boynuzu vardır. Bütün tanrısal adak ve kurbanların efendisidir. Aslında dünyanın bir çok yerinde koç sembolü gücü, yaratıcılığı, cinsel erkeklik gücünü simgeler.”
“Sana bir şey soracağım Tejas, başka bedenlerde sürekli yeniden dünyaya geliniyorsa, çoğalma arzusuna ne gerek var o zaman?”
“Zor bir soru, ama bunlar iç içe geçmiş bence. Ruhun varlığı için yeni bedenler gerekiyordur belki de.”  
Tejas’tan tapınakla ilgili bir çok şey öğrendikten sonra dışarıya çıkıyoruz. Yeni gelmekte olan rengarenk kaftanlar giyinmiş kalabalık grubu soruyorum. Birileri evleniyormuş. Damat ve gelin olduğunu tahmin ettiğim kişilerin boyunlarında çiçeklerden, tam olarak anlayamadığım diğer nesnelerden oluşan çelenkler var. Tejas’ın söylediğine göre Agni’ye dua edip hediye sunacaklarmış. “Bizde herkes evlenenlere hediye sunuyor”, diyorum. Gülüyor.
Tapınağın bahçesinde, havuz kenarında bulunan bankın üzerine oturuyoruz. Hafif bir rüzgar esiyor. Sonbaharın o tatlı sıcaklığı başımdan, ellerimden bütün vücuduma yayılıyor. Tejas dikkatlice yüzüme bakarak;
“Agni’nin heykeline neden takıldın öyle?”, diye soruyor.
“Neden bilmiyorum ama, dedemin ve o koçun hikayesini hatırlatan şeylerle karşılaşıyorum sabahtan beri. Yaşadığı sıkıntıyı buradaki anlayışla karşılaştırıp duruyorum.”
“Arabada bu konuyu sorduğumda susmuştun, bu hikayeyi dinlemek isterim.”
“Gecikmeyiz değil mi?”
“Yok yok vaktimiz var.”
“Üç gün önce babam nasıl anlattıysa aynı üslup ve ayrıntılarla anlatayım o zaman. Hem bu konunun kafamı kurcalamasından kurtulurum belki.”
*
Bodur yemiş ağaçlarının kızıl ve sarıya büründüğü, rüzgarın, yabanıl meyvelerin karışık, mayhoş kokusunu vadiye doldurduğu o akşam, yamaçlardaki sonbaharı, kıvrılıp giden köy yolunu seyrediyormuş dedem. Ertesi gün yapılacak koç katım törenini, yeni aldığı koçu neden bir türlü getirmediklerini düşünüp dertleniyormuş. 

Evinin önünde oturduğu bin yıllık taşın üzerinden doğrulmuş; sıkıntıyla kasketini çıkarıp saçlarını düzeltmiş. Satın aldığı koçu çekiştiren adamın yaklaşmakta olduğunu fark edince de rahatlamış. Bir süre sonra bütün komşular toplanmış etrafında. Çorbayı ocaktan alıp yanına gelen Rabia ninem gururlanmış koçu görünce. Köylülerden biri, “Çok güzelmiş, Allah senden razı olsun, bu senenin kuzuları da böyle güzel olur inşallah”, diyerek sevindirmiş dedemi. 

O gece güzel bir uyku çeken dedemler güneş doğmadan uyanmış. Kadınlar yemekler pişirmiş akşamdan, erkekler kasabadan alınan boyalarla süslemiş koçları. Boyunlarına, elma, nar, ayva gibi meyvelerden çelenkler hazırlanmış. Özel olarak giyinip köyün çıkışındaki büyük çayırda toplanmış herkes. Kadınlar tepsilerdeki yiyecekleri tahta sofralara dizmişler tekmil. Çoban sürüyü getirmiş sonunda. Erkekler koçları iplerle tutuyor, zor zapt ediyormuş. Her şey tamammış artık. Dölün bereketi kutsanmış, güzel bir yıl dilenmiş.

Koçlar muhtarın işareti ile sürüye bırakılmış. En güzel yiyecekler sunulmuş çobana; bereketin bekçisiymiş o. Köylüler neşe içinde sofraların başına oturmuş. Yalnız herkesin gözü dedemin heybetli koçunun üzerindeymiş.

O ana kadar kendini gösterememiş beyaz koç diğerlerini süzmeye, dudaklarını titretmeye başladığında gülüşmüş köylüler. “Geç açıldı ama sonu iyi gelecek herhalde”, demiş biri. Beyaz koç sürünün içlerine doğru ilerleyince coşmuş kalabalık. Bir oyana bir buyana koşuyor, koyunların üzerine zıplıyor, sanki diğerlerini taklit ediyormuş. Ama çok geçmeden beyhude çabasını bırakıp, yeniden otlamaya koyulduğunda herkes gülmeye, dalga geçmeye başlamış dedemle. O ise şaşkınlıkla beyaz koçu koyunlara doğru itiyor, koç oralı olmuyormuş. Bir iki kişi yakalayıp başında toplanmış koçun. Hayalarını kontrol ettikten sonra, “Belki de iğdiş edilmiştir”, demiş biri. Morali bozulan dedem onu aldığı kişiye sövmüş epey. Ninemle birlikte koçu çekiştirerek eve dönmüşler.

Çabuk gözden düşmüş beyaz koç. Ninem bunu bir uğursuzluk sayıp koyunları satma fikrini yeniden ortaya atmış. Dedem ise sessizmiş. Kapının önüne oturup, peş peşe tütün sarmış. Bir ara köye hayvanları aşılamaya gelmiş olan veterineri çağırmış. Veteriner koçun hayalarını muayene ettikten sonra, “Bence damarlarda sorun yok, neden döllemediğini anlayamadım”, demiş. 

Beyaz koçun yüzünde o eski kaygısız ifade yerine üzgün, şaşkın bir ifade varmış artık. Dedem iyi davranıyor, dalgın dalgın izliyormuş onu. Ama gözden düşmüş koça köylülerin bakışı değişmiş. Hatta “Sahibi gibi zürriyetsiz işte”, dedikleri kulağına gelmiş dedemin.

Akşam sofrada ninemin yüzüne bakıyor ama söylediklerini pek dinlemiyormuş. Biraz çorba içmiş. Sonra da ceketini alıp çıkmış. Evin önündeki büyük taşa oturup tütün sarmış her zamanki gibi. Bir süre sonra doğrulup köyün önünden geçen dereye kadar yürümüş. Suyun başında oturmuş. Yıldızları, ortalığı ışıklandıran ayı seyretmiş. Havlayan köpeklerin sesini, mırıltıyla akan dereyi dinlemiş. Bir an, on yıl önce otuz beş yaşındayken gittiği o doktorun sözleri karışmış suyun sesine: “Çocuğun olmayacak.”

Yeniden eve dönerken bir sıkıntı hisseden dedem  ağıla yürüyüp beyaz koça bakmak istemiş. İşte o zaman koyunlarla birlikte içeriye getirdiği koçun artık orada olmadığını fark etmiş. Bir daha da bulamamış onu. Bu olayın ardından köyü terk edip şehre yerleşmiş dedem. Kısa süre sonra da yetimhaneden evlatlık almış babamı. 

Evlatlık alındığını, gerçek ailesini hiç bir zaman öğrenemediğini biliyordum babamın ama üç gün önce hasta yatağında anlattığı ayrıntılara hayli şaşırmıştım. Ama bu tapınak, Agni’nin heykeli yeniden canlandırdı hikayeyi.
*
Artık akşamın dokuzu. Oldukça yorgun hissediyorum. Otelde ellerim, başımın altında tavanı seyrediyorum. Bir şey yiyesim yok. Otomobil tamir edildikten sonra Tac Mahal’e gidişimizi, sonra da beş saati bulan zorlu geri dönüş yolculuğunu düşünüyorum.

Şah Cihan ve Tac Mahal’in hikayesi zihnimi meşgul ediyor bir süre. Televizyonu yarım saat sonra kapanmak üzere ayarlıyorum. Sabah açtığım müzik kanalında erkek şarkıcı ile sevgilisi ayrılıp sarılmalı danslarını tekrarlıyor. Sonra beyaz elbiseli küçük bir oğlan çocuğu geliyor aralarına. Seviyorlar onu.

Yorumlar