Dost'lar

Gece yarısı hepimizi sokağa süren şu korkutucu deprem olmasa apartmanda kimlerin oturduğu hakkında hiçbir fikrim olmayacaktı. İki yıldır yaşadığım apartmanda yöneticilerin toplantı çağrılarına uymuyorum. Apartman aidatını bankaya yatırıyor, haftada bir iki defa oluşan çöpü de geç saatlerde kendim atıyorum. Böyle olunca da kimseyi tanımıyorum. Ara sıra karşılaştığım kişiler, karısına bağırıp duran kapıcı ile sürekli değişen öğrencilerden oluşan “kot dünyası” insanları. 


O Eylül gecesi saat on ikide bütün düşüncelerden, endişelerden, hayallerden ayrılıp can havli ile dışarıya fırlamıştık. Yukarı katlardakilerin aksine kot insanlarının gökyüzüne kavuşması epey uzun sürmüştü. Bir alttaki kapıcı dairesinde misafirliğe gelmiş kapıcının akrabaları ile karşı dairede sayıları onu geçen kızlı erkekli öğrenciler arasına karışınca eziliyordum az kalsın. Bir an durakladım. Sarsıntı durduğuna göre bir iki dakika bekleyebilirdim. Hem evde unuttuğum bir şey vardı. Öğrenci evinden çıkan eşofmanlı kızların süslü püslü halini görünce uzun süredir yenisini almayı ihmal ettiğim eski püskü eşofmanım ve o an için denk gelen annemin bana geldiğinde giydiği terliklerden utanmadım değil.  
Sonunda gökyüzüne kavuştuğumda, yönetici olduğunu tahmin ettiğim adamın sorgulayıcı bakışlarıyla karşılaştım. Diğerlerine göre biraz geç çıktığım için öğrencileri, kapıcının akrabalarını incelemeyi bitirmiş olmalıydı. İyice sokulup:
“Geçmiş olsun”, dedi.
“Sağ olun, size de.”
“Neden geç kaldınız, bu işler ihmale gelir mi?”
“Ancak fırsat bulabildim.”
“Adınız neydi, toplantılara gelmediğiniz için hatırlayamadım sizi.”
“Kemal.”
“Öğrenci misiniz?”
“Araştırma görevlisiyim.”
“Ben de Hüseyin Kalıpçı, yöneticiyim.”
“Evet, toplantı çağrılarından biliyorum adınızı.”
“Gelmiyorsunuz ama!”,
“Kiracı olduğum için...”
“Olsun canım, gelmelisiniz yine de.”
Yöneticinin beni daha fazla didiklemesine meydan vermeden “Kusura bakmayın, şöyle kenarda bir sigara içeyim”, diyerek ayrıldım kendisinden. Apartman önünde biriken “apartman sakinleri” sakin sayılmazdı. Hararetle depremin şiddeti ve tekrar içeriye girilip girilmemesini tartışıyorlardı. Öğrenci grubu biraz daha kenarda durumu mizahi bir üslupla değerlendirirken, kapıcının akrabaları kendi evlerine doğru dağılmaya başlamıştı. 
Bahçe duvarına sırtımı verip, kibrit kutusunu duvarın üstüne koydum. Sonra çakmağımla sigaramı yaktım. Bu kez “sakinleri” inceleme sırası bana gelmişti. Öğrenciler ile kapıcı ve ailesinden başka iki yaşlı çift, bir çocuklu aile ve bir de orta yaşlı yönetici ile karısı. Diğerleri tatilde olmalıydı. Apartman sakinlerinin güzel bir kızı yoktu demek.
Hava oldukça serindi. Şiddetli sarsıntı epey korkuttuğundan, henüz apartmana geri dönen olmamıştı. İçeri girilip girilmemesi konusundaki tereddütleri, “En azından bir saat daha girmeyelim” diyen yönetici gidermişti. Kasabada oturan ve bahçe işlerinden yorulup çoktan uyumuş olduğunu düşündüğüm annemi aramadım. Yarın o beni arardı nasılsa. Aklıma arayacak başka kimse de gelmedi.
Bir ara yönetici yanıma geldi. Selam verip söze başladı:
“Kibritiniz bitti galiba, duvarın üstüne koyup çakmakla yaktınız sigaranızı. Üzerinde de küçük delikler var sanki.”
“Yoo, dolu o.”
“Öyle mi, neyse. Apartmanda dışarı çıkmayan yaşlı biri var aslında. Bir kontrol etsek iyi olur. Kapıcı korkup girmedi içeri. Apartmana girince ben bakarım artık.”
“Çok mu yaşlı?”
“Çok değil ama, pek kimseyle konuşmaz. Sizin gibi apartman toplantılarına gelmez o da.” 
Yöneticinin kontrol görevini bana vermek için mi, yoksa beni biraz daha araştırmak için mi yanıma geldiğini anlamadım ama, yaşlı adamı merak etmiştim. Bir yalnızın halinden başka bir yalnız anlardı ancak. Bu yüzden içeriye gidip, bakacağımı söyledim. Bunu pek beklemediği anlaşılan yönetici minnettar gözlerle “Üçüncü katta on bir numara”, dedi hızlıca. Bu adamı yanlış mı anlıyordum yoksa, bütün derdi apartmanı en iyi şekilde yönetmek, herkesin huzur ve güvenini sağlamaktı belki de. 
Korkuyor muydum bilmiyorum, üçüncü kata bayağı hızlı çıkmıştım. On bir numaranın önünde durup kapıyı çaldım. 
“Kimsiniz?”
“Şey, bu apartmanda yaşıyorum, adım Kemal, sizi biraz merak ettik.”
Kapı açıldı. Yorgun gözleri küçülmüş ve kanlanmıştı. Sakalı birkaç günlüktü. Üzerinde gri bir hırka vardı. Sonra birden o kocaman, beyaz köpek yanaşıp başını adamın koluna yasladı. Tapınakları ya da sarayları koruyan aslan heykellerini andırıyordu. Heybetli görüntüsünün aksine dostça baktı. Hafifçe başını uzatıp oynattı. Adam köpeğin başını bir çocuğu okşarmış gibi okşadı. Dikkatle baktığımı görünce:
“Adı Dost”, dedi.
“Çok güzel bir köpekmiş, ne kadar da sakin.”
“İçeri gelmez misiniz?”
            Kot dünyası insanlarının alışık olmadığı güzel, büyük bir salondu. Cama yakın bir koltuğu gösterdi adam. 
“Dışarıya çıkmadınız, merak ettik, apartmandakiler aşağıda”, dedim.
“Dışarı çıkmanın ne anlamı var ki, deprem ilk seferde öldürür genelde, şiddetlidir ve kaçarak kurtulamazsın. Bu tür depremlerden sonra daha şiddetlisi olmaz bence. Bilmiyorum, çıkmadım işte.”
Adamın söyledikleri mantıklıydı ama yine de böyle yalnız yaşamasa, hüzünlü ya da yorgun olmasa çıkardı belki de, diye düşündüm bir an. Daldığımı fark eden adam:
“Çay var içer misiniz”, dedi.
“Olur, çok sağ olun.”
Mutfağa giden adamı takip etti büyük köpek. Sonra da birlikte döndüler. Adam çayı uzattı:
 “Siz yalnız mı yaşıyorsunuz burada”, dedi.
“Evet.”
            “Bu arada adım Nazım.”
            “Memnun oldum Nazım Bey.”
            “Bu yaşta neden yalnız yaşıyorsun oğlum?”
“Yalnız değildim aslında, birisi fena kırdı, henüz kendime gelmiş de sayılmam.”
“Anlıyorum.” 
Köpek ileri uzattığı ayaklarının üzerine başını koymuş, duvardaki bir tabloya bakıyordu. Ara sıra başını sağa sola çevirip, tuhaf, dokunaklı şekilde sızlanıyordu. Resmin köpeğe ait olduğunu o sırada fark ettim. Yüzünü tabloya çeviren Nazım Bey:
“O tabloyu karım yapmıştı. Emekli olduktan sonra resim kursuna gidiyordu. Sonra hastalandı işte. Bir yıl oluyor öleli”, dedi.
“Güzel resimmiş.”
“Evet, meğer bayağı yeteneği varmış, ondan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”
“Çocuğunuz yok mu?”
“Bir oğlum var, yurt dışında doktora yapıyor”, diye devam etti Nazım Bey.
Bu sırada elimde tuttuğum kibrit kutusunu fark etti ve: 
“Sigara içmek istiyorsanız çekinmeyin, ben de içiyorum fazla olmasa da”, dedi.
“Yok sağ olun, aslında onun içinde bir şey var.”
“Bir şey mi?”
“Bir örümcek.”
“Örümcek mi?”
“Biraz garip biliyorum ama, üç ay önce tanıştık onunla. Çok akıllı bir örümcek. Bir gece çalışma odasının ortasına kadar gelip, masanın tam önünde durdu. Bana dikkatle bakıyor gibiydi. Bir süre hareketsiz beni seyrettikten sonra kayboldu. Geceleri devam etti bu. Sonunda konuşmaya başladım onunla. En mahrem sırlarımı, hayallerimi paylaşır oldum. Onun kadar dikkatle dinleyen olmamıştır belki de.”
“Peki neden o kutuda şimdi?”
“Bir gece bir kibrit kutusu koymuştum orta yere. Dostluğuma güvenip, içine girecek mi diye. İçine girip orada vakit geçirmeyi seviyor. Ayrıca bir kavanozu da var. Bu gece deprem olunca kutudaydı. Yaklaşınca kaçmadı. Orada bırakamazdım.”
“Bir ad koydun mu ona?”
“Yok ama, “Dost” diyebilirim ben de. Bu arada, artık müsaade isteyeyim.”
Kapıya doğru yöneldim. Vedalaşırken başımı okşadı, o köpeği okşadığı gibi. “Kot dünyasına” geri dönerken yöneticiyle karşılaştık. Elimdeki kibrit kutusunu işaret edip, “Elinizden düşürmüyorsunuz”, dedi.
“İsterseniz göstereyim içindekini”, dedim ve kapağını hafifçe açtım.
Yönetici korkuyla geri çekildi. “Onu da getirecekseniz toplantılara gelmeyebilirsiniz”, dedi, gülerek.

Yorumlar