Saat

Ortaokulla tamirci arasındaki yolda dolanıp duruyorum. Tek katlı, mavi kapılı  dükkanların sıralandığı kasabanın ana caddesinden bilmem kaçıncı geçişim. Babama ya da tanıdık birine rastlamaktan ödüm kopuyor. Neden ben? Neden bana verdi o aptal saati? Okuldan çıktığımda pantolonumun cebine koymuş, tamirciye gittiğimde yerinde olmadığını fark etmiştim şaşkınlıkla. Ondan sonrası kabus. 


Bir ara kaldırıma oturup yüzümü ellerimin arasına aldığım sırada bir gölge düşüyor önüme. Başımı çeviremeden omzuma dokunuyor Ümit; mahalleden arkadaşım.
“Ne yapıyorsun oğlum burada? Hem bu surat ne; rengin kaçmış”, diyor.
“Sorma ya, başıma acayip bir iş geldi.”
“Ne oldu lan, okulda niye değilsin?”
“Bizim felsefecinin saatini kaybettim.”
“Hangisinin?”
“Ev ekonomisi dersine giren.”
“Lan, o delinin saatinin ne işi var sende?”
“Şans işte. Hem bana diyorsun da ders saatinde senin işin ne caddede?”
“Ders boş, canım sıkıldı, geziyordum öyle.”
“Baban kızmaz mı?”
“Kasabada değil ki bugün. Oğlum, onu boş ver de, sen şu saat işini anlat, çatlatma adamı.”
“Bildiğin felsefeci işte. Adam öğleden sonra yine sıra dayağına başlamıştı.”
“Eee.”
“Kimseden çıt çıkmıyordu. Nefes alış verişini duyuyorduk birbirimizin. Duvar tarafı bittiğinde cam tarafına dönüp, “Bugünlük size bir şey yok. Dayak yemiş kadar oldunuz”, dedi. Tam o sırada arkada oturan Turan gülmüş sözde.”
“Gülmüş mü gerçekten?”
“Yok lan, o çocuğun duruşu öyle. Neyse, hoca çağırdı bunu. Tahta çöp kutusunun üzerine çıkardı; boyu kısa ya. Destekli girişti işte.”
“Vay şerefsiz.”
“O sırada saati bileğinden fırlayıp, beton zeminde gezindi, sonra da arka tarafta, panonun olduğu yerde durdu. Herkes şaşkın gözlerle saati izliyordu. Gitti baktı bu. Camı çatlamış. Ön tarafa geldi. Bana uzatıp,  “Tamirciye götür bunu”, dedi. Bende cebime koyup çıktım. Tamirciye geldiğimde yerinde değildi.” 
“Oğlum geçmiş olsun ya. Ne olacak şimdi?”
“Ne bileyim lan, bir de sen korkutma adamı.”
“Yok ya yanlış anlama, yardım ederim sana.”
“Nesine yardım edeceksin ki?”
“Haberi var mı?”
“Bir kaç defa dolanıp durdum caddede. Bulamayınca da her şeyi göze alıp söylemeye karar verdim. Cebimde ufak bir delik varmış, düşmüş demek ki.”
“Eee.”
“Okula gittiğimde teneffüs arasıydı. Turan’a tadelle almış bu, hem de başında bekliyor. “Yemezsen üzülürüm”, diye ısrar ediyor. İyice yanaşıp, kızara bozara söyledim. Bir şey demedi önce. Uzun süre yüzüme bakıp, “Bulmadan gelme”, dedi.” 
“Oğlum kalk şu kaldırımdan artık. Gittiğin yoldan bir kez daha yürüyelim.” 
 O lanet saatin izinde, parke taşı döşeli ana caddeden sağa sola bakınarak yürüyoruz yine. Baharla birlikte yapraklanan ağaçlar dükkanların önüne sarkmış. Kapı önlerine konan sandalyelere yayılmış herkes. Babamın dükkanının arka sokakta olmasına seviniyorum. Ders saatinde dolaştığımı görse ne der kim bilir? 
Kasabada her şey normal görünüyor. Kahve önlerinde bastonlarına dayanmış, namaz saatini bekliyor ihtiyarlar. Ziraat Bankasının önündeki köylüler yüksek sesle bir şeyler tartışıyor. Ali abinin taksi yaptığı Reno ise ortalıkta görünmüyor. Ümit ile karar veriyoruz; paramız olunca Ali abiden şehre götürmesini isteyeceğiz bizi.
O sırada belediye çeşmesinin yakınlarında parlayan bir cisim ilişiyor gözüme. Heyecanla koşup, yanına gittiğimde kırık bir cam parçası olduğunu fark ediyorum. 
Gözlerimiz yerlerde dalgın dalgın yürümeye devam ediyoruz. Ara sıra ne yaptığımızı soran tanıdıklara uydurma şeyler söylüyoruz. Yalnız bir ara düşünemeden birine, “Abi Ümit’in parası düşmüş onu arıyoruz”, diyorum. “Lan o çulsuzda para ne gezer”, deyip şüpheli gözlerle süzüyor bizi.
Bir iki bakkalı, tekel bayisini, emniyet binasını, camiyi geride bıraktıktan sonra tamircinin önüne geliyoruz. İçeri girip, kalın çerçeveli gözlük takan, saçları erken beyazlamış tamirciye, “Abi burada düşmüş olamaz değil mi?” diye soruyorum yeniden, sanki mucize olacakmış da evet diyecekmiş gibi. Adam tam da anlaşılamayan veya anlamak istemediğim bir şeyler söyleyip kovuyor bizi. 
Dışarı çıktığımızda korkudan mı, umutsuzluktan mı, yoksa saatlerce yürüyor olmaktan mı bilmiyorum ama kendimi bitkin hissediyorum. Ümit elini omzuma koyuyor.
“Babana söyleyelim, böyle olmaz.”
“Söyleyemem.”
“Niye lan?”
“Beceriksiz olduğumu düşünüyor.”
“Lan dayak yemekten daha mı kötü?”
“Belki de kötüdür.”
“Oğlum başka çare yok. Gidip hocayla konuşur.”
“Ya o deliyle ne konuşacak, hem babam böyle şeylerden hoşlanmaz. Bir de adam mimliymiş zaten, sürülmüş buraya.”
“Amma da sürgün varmış be, şu edebiyatçıyla matematikçi de sürgünmüş diyorlar.”
“Babamın dediğine göre onlar siyasiymiş, felsefeci gibi değil.”
“Lan sana asıl dedikoduyu söylemedim. Bizim deli, Gülten’e tutkunmuş meğer.”
“Bando takımındaki Gülten mi?”
“Aynen.”
“Hadi be.”
“Ne oldu lan, moralin mi bozuldu.”
“Yok ya ne bozulacak, hem ona yüz vermez Gülten.”
“Ya ne fark eder, kasabada herkes hoşlanıyor Gülten’den. Neyse canım, onu bunu boşver de söyleyelim babana artık.”
“Olmaz.”
“O zaman hoca her gün döver seni.”
“Yok lan bir gün döverse ertesi gün çikolata alıyor.”
“Hasta mısın nesin?”
Okula doğru umutsuzca yürüdüğümüz sırada bando sesleri duyuyoruz şaşkınlıkla. Ümit ile birbirimize bakıyoruz. Bir an Gülten geliyor aklımıza. Beyaz etekli, kırmızı ceketli bando kıyafeti içinde ne kadar tatlı olabileceği geçiyor aklımdan. Keşke üç yaş büyük olmasaydı bizden. Ümit omzuma vuruyor.
“Hadi lan gidelim, kurtuluş törenleri için prova yapıyorlar herhalde.”
“Millet toplanmıştır ama, hocalar da orada olabilir.”
“Bahçe duvarından gizlice bakarız senin deli orada mı diye.”
“Oğlum ne yapacağım bu saat işini?”
“Bir şey düşünüyorum.”
“Bir şey mi?”
“Dayağa talimliyim ben.”
“Ne diyorsun, anlamadım?”
“Ya bak, saati ben buldum ve paraya ihtiyacım olduğu için sattım diyeceğim. Ne çulsuz olduğumu biliyor herkes.”
“Delilik.”
“Hep o yapacak değil ya.”
“Böyle bir şeye razı olmam.”
“Ya hele şu bandoyu, yani Gülten’i izleyelim biraz, bakarız bir çaresine. Zaten bulamadık işte. Ne yapabiliriz ki.”
“Lan Ümit, beni böyle sevdiğini bilmezdim.”
“Oğlum sende kimseye kıyamadığın futbol topunu bana vermiyor musun?”
“Bir şey soracaktım. Dayağa talimliyim dedin ya. Çok mu dövüyor baban?”
“Babam, annem fark etmiyor.”
“Ne yapıyorsun da?”
“Bir şey yaptığımdan değil, el alışkanlığı onların ki. Siz de nasıl durum?”
“Babam dayakçı değil, ama sözleri dayaktan beterdir bazen.”
Orta okul ve lise binalarının camlarına akşam güneşi vuruyor. Bahçe duvarının arkasına saklanıp, provayı seyrediyoruz gizlice. Ümit’in dediğine göre felsefeci ortalıkta görünmüyormuş. Yine de korkumdan yarım yamalak seyrediyorum gösteriyi. Öğrenciler, bazı öğretmenler, kasabadan birileri toplanmış. Trampeti çaldıkça Gülten’in kumral saçları yüzüne dökülüyor. Biçimli ağzı, gamzeleri yakıcı. Şu saat işi bir de felsefeci olmasa her şey ne kadar da güzel olacaktı.
            O sırada Ümit, kasabanın delisi Ahmet’i işaret ediyor. Bol gelen bir ceket var üzerinde. Pantolon kemerini kazağının üzerinden bağlamış. Bando müziği ve alkışlar eşliğinde tören yürüyüşü yapıyor, dans ediyor, gülüşmeler arasında. 
“Lan koluna bak”, diyor Ümit.
“Ne var ki kolunda?”
“Kırık camlı bir saat var, o bulmuş olmasın?”
Ahmet’i bir köşeye çekip saati kontrol etmeyi planlarken, üst sınıflardan birinin bahçe duvarının üzerinden bize doğru geldiğini fark ediyoruz.
“Ne saklanıyorsunuz lan, orta okul bebeleri?”
“Yok abi oturuyorduk öyle.”
“Sigara mı içiyorsunuz yoksa?”
“Yok abi.”
“Bugün olanları duydunuz mu?”
“Ne oldu ki?”
“Deli felsefeciyi sürmüşler.”
“Sürmüşler mi?”
“Gülten’e mektup yazmış meğer. Mektup da hocaların eline geçmiş birkaç gün önce. Ne zamandır çare arıyormuş adamlar. Dayakçılığına bir şey yapmalarını beklemiyorlarmış ama mektup işine hassastır diye müdüre gitmişler. İş kaymakama yansımış. Anlayacağınız bugün sürmüşler herifi.”
Ümit ile birbirimize bakıyoruz. Karışık figürlerle ortalığı kasıp kavuran deli Ahmet’e doğru koşup oynamaya başlıyoruz.

Yorumlar