Dil Devriminden bugüne


Dil milletleri tanımlayan ve farklılaştıran en önemli unsurlardan biri. Tarih boyunca dil ve kültür birbirini etkileyen çok önemli iki kavram olmuş ve birinin zenginleşmesi diğerini de geliştirmiş. Şunu da eklemek gerekiyor ki birçok millet kendi emperyal amaçları çerçevesinde dillerini de yaygınlaştırma amacında olmuş ve oluyor. 

Bir önemli nokta da başka dillerde ve milletlerde doğan dinlerin yayılmaları sırasında diğer milletlerin dillerine ve kültürlerine olan etkileri. Ayrıca yaşanan küreselleşme sürecinin birçok dilin ortadan kalkmasına ve diğer dillerin zarar görmesine yol açacak sonuçlar ortaya koyduğu biliniyor.

Dolayısıyla milletlerin kendi kültür ve geleneklerini yaşatmalarının ve bağımsız kalmalarının unsurlarından biri kendi dillerini korumalarıyla ilgili. Özellikle dinlerin toplumsal hayata, zamana ve pratiklere uyarlanışı son derece önemli. Örneğin Rus toplumu Hristiyanlığı kendi kültürü, dili ve uygarlığı ile bağdaştırarak ele almış.


Türk pratiğinde konunun uzun bir tarihi var muhakkak. Örneğin Karamanoğlu Mehmet Bey’in 1277’de “Bugünden sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste Türkçeden başka dil konuşulmaya” yönündeki fermanı önemli bir duyarlılık.

Ama Osmanlı döneminde Türkçenin yoğun olarak Arapça ve Farsçanın etkisine girmesi ve Osmanlıcanın bir aydın dili haline gelerek halktan kopması, ayrıca Arap alfabesinin Türkçe'nin yapısına ters düşmesi yanı sıra halkın ve çocukların öğrenmesinde ortaya koyduğu güçlük önemli bir sorundu.

Oysa Arap yazısı, Türkçenin yapı ve işleyişine uygun bir yazı sistemi değildi. Eklemeli diller grubunda yer alan Türkçe ise, kurallarının sağlamlığı ve eklerinin çeşitliliği ile, yapı açısından türetmeye ve gelişmeye elverişli önemli bir dil. Ayrıca vatandaşlar arasındaki duygu ve iletişim gücünün sağlanması yanı sıra dünyanın her yerindeki Türklerle bağ kurulmasını sağlayacak çok önemli bir araç.

İşte Atatürk bir aydın olarak durumun farkındaydı ve bu konudaki çalışmalara büyük önem veriyordu.

Bu çalışmaların sonucu olarak 1 Kasım 1928'de Türkiye Büyük Millet Meclisinin 29 harften oluşan yeni Türk alfabesini kabul etmesi ve 12 Temmuz 1932'de Türk Dili Tetkik Cemiyeti’nin kurulması son derece önemliydi. Bu gelişmeler Dil Devrimi olarak adlandırılan süreci başlatmıştı.

Dilbilimci Kamile İmer yaşanan bu önemli süreci şöyle tanımlamış:Dili daha çok yerli öğelerin egemen olduğu bir kültür dili durumuna getirmek amacıyla yapılan ve devletin desteğini kazanmış olan ulus çapındaki dili geliştirme eylemine 'Dil Devrimi' adı verilmektedir."

Atatürk ise yeni alfabe ile ilgili şunları söylemiş: “Bizim uyumlu, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Yüzyıllardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu gereği anlamak zorundasınız.”

Atatürk ayrıca bir entelektüel ve aydın olarak dil ve kültür ilişkisinin ve dilin korunmasının ne denli önemli olduğunun farkındaydı. Bu konuda da şunları söylemiş:

“Türk dili, Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü, Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkının, ananelerinin, hâtıralarının, menfaatlerinin; kısacası, bugün kendi milliyetini yapan her şeyinin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir."

Yani Dil Devrimi böyle yüksek bir bilincin sonucu. Süreç içinde aşırı sadeleştirme yaklaşımı ile hatalar yapılsa da Türk Dil Kurumunun yaptığı çalışmalar hep önemli olmuş. Ayrıca alfabe değişikliği başka milletlerin de başvurduğu bir yöntem. Bunun tarihten ve kültürden kopmayla ilgisi yok. Tam tersine düşünce ve anlamda açıklığın ve bunun iletimin kolaylaşmasını sağlayarak Yunus ve Karacaoğlan gibi değerlerimizi daha iyi anlamamızı sağlamıştır.

Ancak bugün geldiğimiz noktada dilimizin korunması ve geliştirilmesi konusundaki duyarlığın sürdürülmesi gerekiyor. Özellikle Arapça ve İngilizce kelimelerin tabelalardan vitrinlere ve günlük hayata olan etkisi üzücü. Ayrıca İslamiyet’i yaşamak ile başka bir millete ait dili bu kadar hakim kılmaya çalışmanın bir ilişkisi yok kanımca. 

Yani Arapça konuşmak, sakal bırakmak, kaftan giymek ya da Vahabiler gibi yaşamaya çalışmakla İslamiyet’in öngördüğü ahlakı yaşamak arasında fark var kanımca. Bunun dille, giyim, kuşamla, şekille bir ilgisi olduğunu zannetmiyorum. Bu insanın kendi kalbinde ve zihninde yaşayabileceği bir şey.

Neticede kendi dilimizi korumak ve yaşatmak bizler için sorumluluk. Daha birkaç ay önce İstanbul'un kimi semtlerinde gördüğüm bütün tabelalardaki Arapça yazılara acaba Fransızlar, Almanlar, İngilizler ya da Ruslar kendi ülkelerinde izin verir miydi? 

Yorumlar