Her şey koşulların bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Liderlerse olağanüstü şartlar altında toplumu istedikleri yöne götürmeyi başaran kişiler. İşte Atatürk ve Lenin buna örnek teşkil ediyor. Her iki örnekte de çöken bir imparatorluk, acılar, savaşlar, devrimler ve devrimcilerden söz etmek mümkün. Ancak koşullarda da gidilen yönlerde de benzerlikler ve farklılıklar söz konusu.
Büyük Petro 18. yüzyılda Rus aydınlanmasını başlatırken askeriyeden idareye, eğitim ve sanattan edebiyata 19. yüzyılın büyük sıçramasına da alt yapı hazırladı. Sosyalist fikirler de dahil olmak üzere 19. yüzyılın kültürel atılımı büyük ölçüde Petro ve Katherina’nın attığı tohumlardan filizleniyor kanımca.
Fakat Çarlık Rusya’sının Batılılaşma atılımı Osmanlı’nın hiç de hayrına olmamıştı. Örneğin Petro'nun denizcilikteki atılımı önemliydi. Ruslarla yapılan savaşlarda alınan ağır yenilgiler ve özellikle Kırım’ın kaybı Osmanlı’da Batılılaşma ve çağdaşlaşma çabalarını hızlandırmış ve Atatürk dönemi aydınlarına da alt yapı hazırlamıştı. Yani ilginç bir şekilde bir imparatorluğun Batılılaşma atılımı sonucu elde ettiği başarılar, bir diğerinin Batılılaşma çabalarının hızlanmasına neden olmuştu.
Çarlık Rusyası yapılan kültürel atılıma rağmen ağır ekonomik koşullar, I. Dünya Savaşının getirdiği yıkım ve isyan dalgaları arasında Lenin öncülüğünde Bolşevik devrime gitmişti.
Atatürk’ün devimleri de koşulların bir sonucuydu elbette ama onun karakteri, mücadelesi ve fikirleri dikkate alındığında Atatürk şartları zorlamış ve tarihin akışını değiştirmişti.
Atatürk’ün hayata geçirdiği fikirler birdenbire ortaya çıkmamıştı. Osmanlı aydınlarının uzun bir tartışma ve mücadele dönemi sonrasında olgunlaşmıştı. Örneğin Atatürk ve Ziya Gökalp ilişkisini not etmek gerekir. Fakat devrimlerin bu denli keskin ve etkili şekilde ortaya konulmaları ancak Atatürk’ün karizmasıyla mümkün olabilmiştir.
Atatürk, son derece ağır şartlar altında Kurutuluş Savaşını örgütlemesi ve çarpıcı bir başarı elde etmesiyle halk nezdinde büyük saygı kazanmış ve devrimlerine karşı çıkanların sesi cılız kalmıştı.
Peki saltanatın ve hilafetin kaldırılması, dil devrimi, eğitim birliği, tekke ve zaviyelerin kapatılması, laiklik anlayışı bütün olarak göz önüne alındığında neyi ifade ediyorlar? Atatürk karşıtlarının iddia ettiği gibi toplumun kökleriyle bağları koparılmaya mı çalışılıyordu? Bu soruların cevabı kocaman bir “HAYIR” elbette.
17. ve 18. yüzyıllardaki Rönesans ve Reform hareketleri, sanayi devrimi, deniz ve ticaret yollarındaki kazanımları sonrasında Avrupa büyük bir sıçrama yapmış ve bambaşka koşullar ortaya çıkmıştı. Fatih ya da Kanuni zamanındaki Avrupa yoktu artık. Yetenekli padişahlar da geride kalmıştı. Osmanlı tıkanmıştı. Bunun sebepleri az çok malumdu ama yapılması gerekenler yapılamıyordu. Eğitim, ekonomi, idare ve askeri alandaki reformlar istenildiği gibi hayata geçirilemiyordu. Aslına bakılırsa aklın önü bir türlü açılamıyordu. Osmanlı halen çok büyük toprakları elinde tutuyordu ve Avrupa ve Rusya tarafından alevlendirilen milliyetçilik hareketleri ciddi sorunlar yaratıyordu. Örneğin Rusların etkisi sonunda Balkanlarda baş gösteren isyanlar ve Abdülhamid zamanındaki ağır Rus yenilgisi büyük toprak kayıplarına neden olmuştu.
Sorunlar günden güne ağırlaşıyor, sistem çözüm üretemiyordu. Zaten çağın mantığı değişiyor, ulus devletler ön plana çıkıyordu. 19. yüzyıl Osmanlı aydınları ise askeri, siyasi ve toplum hayatına ilişkin reform peşindelerdi. Ancak çoğunlukla Ulemanın direnciyle karşılaşıyorlardı.
Abdülhamid çoğunluğu Arap coğrafyasında olmak üzere kalan toprakları korumak üzere dini duyguları canlandırmanın peşindeydi ve reformlar konusunda farklı düşünüyordu. Fakat tarihin gidişatı belliydi. Balkan Savaşları sonrasında derin bir Türklük bilinci uyanmıştı artık.
Tarih felsefecileri tarihin nasıl ilerlediği konusunda ilginç fikirler ileri sürdüler bugüne kadar. Kimileri tarihin özünün özgürleşme olduğunu söyledi. Bazıları ekonomi temelli sınıf çatışmalarına, bazıları da toplumlar arasındaki teknoloji farklarına vurgu yaptı. Başka bir ilginç görüş ise tarihi yaratan şeyin dini bakış açısı ve akıl arasındaki gerilim olduğunu söylüyor. Ama ünlü tarihçi Bloch’un söylediği gibi tarihi yapan insan elbette. İşte Atatürk ve dönemin aydınları koşullar temelinde tarihi inşaya girişen kişilerdi kanımca.
Rusya’da yaşadığım yıllarda Rus tarihi, kültürü ve Ortodoks inancını daha detaylı incelerken bir şey fark etmiştim. Bu da Rusların Hristiyan olduğu 10. yüzyılda benimsedikleri dini anlayış temelinde kendi dillerini, geleneklerini ve kültürlerini dini inanışlarıyla birlikte ele aldıkları ve dillerini ve geleneklerini ezdirmedikleridir. Zira dil kültür ilişkisi çok önemli ve kimine göre kültürün kendisi. Bu anlamda dilimizi koruyup geliştirmemiz gerekirken başka diller altında ezilmesine müsaade etmek akıllıca bir iş değil ve vatanseverlikle bağdaşmaz. Bu nedenle Atatürk’ün getirdiği dil devrimi, eğitim birliği ve laiklik anlayışı en kıymetli devrimlerden.
Atatürk toplumu dinsizleştirmeye çalışmıyordu bazılarının iddia ettiği gibi. Herkes dini ibadetlerini istediği gibi yapıyordu ve yapıyor. Bir takım dini yapı ve anlayışların toplumu yanlış yönlendirmesini ve vatandaşın kafasını karıştırmasını istemiyordu elbette. Atatürk Türk kadını, Türk geleneklerinde olduğu gibi güçlü ve öncü olsun, eğitim alsın ve iş hayatına atılsın istiyordu. Yani tıpkı Rus pratiğinde olduğu gibi dil, kültür ve geleneklerin ideolojik dinsel etkilere karşı korunması söz konusu. Bu tarihle bağın kesilmesi değil, tam tersine tarihle barışma ve uzlaşma demek.
Bir diğer husus ulusal kalkınma meselesi. Ülkelerin kalkınma deneyimlerini incelerken bir konu açıkça öne çıkar. Bu da eğitim ve teknolojinin önemidir. Bunu başaramayan ülkeler esarete mahkumdur. İşte Atatürk aklın ve biliminin önünü açıp, Türk aydınlanması ve hümanizmini hayata geçirdiyse tarihimize bundan daha büyük bir katkı olamaz.
Bir arkadaşım şöyle bir eleştiri getirmişti Atatürk’e. Daha demokratik bir ülke kurabilirdi diye. Kanımca Atatürk çok zor koşullarda büyük işler yaptı. Yüzyıl öncesini eleştirmek kolay. Demokratik toplum kurmak o kadar basitse yüz senedir neden başarılı olunamıyor? Dolayısıyla olaylara bugünden bakıp fikir yürütmek kolay ama biraz insaflı olmak ve Atatürk’e hakkını teslim etmek gerekir kanımca.
Netice itibarıyla Atatürk bu toprakların her bir ferdinin borçlu olduğu milli kahramandır. Devrimci bir Osmanlı bürokratı olarak, çağdaşlaşmanın Osmanlı’nın da esas gücü olduğunu bilerek, çöküş nedenlerini görmüş, Türk hümanizmi ve aydınlanmasını gerçek anlamda hayata geçirmiştir. Millet ideallerinin temsilcisi haline gelmiştir. İyi bir asker, iyi bir bürokrat, iyi bir politikacı olmasının yanı sıra tarih ve edebiyat bilgisine de sahip gerçek bir aydındır.
Yorumlar
Yorum Gönder