Atatürk devrimlerine giden yol


Gariptir ki Türkiye’de önemli tarihi olayları, hatta genel olarak tarihi sağlıklı şekilde tartışabilecek bir atmosfer yok. Konu Atatürk ve Atatürk devrimleri olunca bu daha belirgin ortaya çıkıyor. Çünkü  ideolojik kalıplar ve önyargılarla hareket eden insanlar kendi hür iradeleri ile tarihe ve olgulara bakmaktan acizler. Öte yandan duayen sosyolog Şerif Mardin’in 1977 yılındaki bir makalesinde gündeme getirdiği gibi Türkiye’de insanlar ve entelektüeller arası ilişkilerde duygusallık ön planda iken  şefkat ve hoşgörü bulunmuyor. Buna rağmen okumaya, anlamaya ve anlatmaya devam etmek bizim kuşağın sorumluluğu.


 

Yazının başlığında “Atatürk devrimlerine giden yol” ifadesini kullanmamın nedeni devrimlerin neredeyse üç yüz yıllık bir sorunlar ve tartışma dönemine uzanmasıdır. Bu devrimler Atatürk gibi savaş kahramanı ve kararlı bir lider sayesinde hayata geçirilmiş olsa da, öncesinde devlet mekanizması, yargı ve eğitim kurumları başta olmak üzere iki yüz yıllık bir reform çabası bulunuyor. Dolayısıyla Atatürk devrimlerinin bir bölümü söz konusu reformların devamı niteliğinde iken bir bölümü de Cumhuriyet ve ulus devlet olmanın gereği olarak ortaya çıkmıştır. Tabi Atatürk’ün kendi bakış açısı da önemlidir elbette. Örneğin Cumhuriyet o tarihte kurulmuşsa ya da halifelik kaldırılmışsa bu Atatürk’ün kendi silah arkadaşlarının karşı fikirlerine rağmen etkileyici bir kararlılık sonucu gerçekleşmiştir.

 

Genel olarak bakıldığında, bugün de etkisini sürdüren önemli ideolojik kırılmaların sebebi Osmanlı’nın gerileme dönemine ve bu süreci tersine çevirmek için ileri sürülen fikirlere dayanıyor. Gerileme döneminde özellikle Ulema ve bürokratlar arasında birbirine zıt iki görüşün ortaya çıktığı ve sonrasındaki gelişmelerin belirleyici olduğu anlaşılıyor. Şerif Mardin’in belirttiği üzere Ulema gerilemenin sebebi konusunda Müslüman olarak görevlerin ihmal edilmesini ileri sürerken bürokratlar gerilemenin devlet mekanizmasındaki bozulmadan kaynaklandığını ileri sürmüştü. Osmanlı’daki gerilemenin sebeplerine birçok yazıda değindiğim için burada tekrarlamayacağım.

 

Fakat soylu sınıfı bulunmayan Osmanlıda bürokrasinin çok önemli bir işlev gördüğünü akılda tutmak gerekiyor. Çünkü bürokrasinin bir İslam devleti olarak şeriatın üstünlüğü ilkesine dayanan Osmanlı’nın son dönemlerinde devlet mekanizması, yargı ve eğitim gibi sistemlerin modernleştirilmesi ve laikleştirilmesi konusunda önemli çabalar sarf ettiğini biliyoruz. Ulema sınıfı ise bu modernleştirme ve Batılılaşma adımlarını kuşku ve tepkiyle karşılamıştır. Dolayısıyla bu kırılma bugüne kadar süregelen ideolojik farklılaşmaların da önemli bir sebebini oluşturmaktadır.

 

Şerif Mardin Osmanlı’daki laik bürokrasi topluluğunun özellikle 19. yüzyılın başlarında önemli bir güce ulaştığını ve reformları hızlandırdığını söylüyor. Özellikle eğitim alanındaki laikleşmenin örneğin Rüşdiye’nin hızla yayılması, Tıbbiye (1827), Harbiye (1834) ve Mülkiye’nin (1859) kurulmasıyla hayata geçtiği görülüyor.

 

Tanzimat döneminde genel olarak devlet yönetimin rasyonelleştirilmesi, laik mahkeme ve laik eğitim çalışmalarına devam edilmiş. Aslında eğitimin laikleştirilmesi hem Avrupa hem de Rusya’da ihtiyaca binaen daha önceden yerine getirilmiş bir konu. Bu yüzden bir gecikme olsa da 1800’lü yıllarda benzer bir eğilim Osmanlı’da da yaşanmış ve medreseler kendi haline bırakılmış.

 

Tabi Atatürk’le gündeme gelen iki önemli konu Cumhuriyet ve millet kavramları. Batılı anlamda bireyi ve vatandaşı oluşturmak, Türk milletinin gizli ve yaşayan kültürünü ortaya çıkarmak Atatürk’ün önemli bir gündemiydi. Fakat bu kavramlar dahi belli bir tartışma dönemini içeriyor ve örneğin Ziya Gökalp gibi Türk aydınlarının fikirlerini de gündeme getiriyor.

 

Kısaca hatırlatmak gerekirse Atatürk, hissimin babası Namık Kemal, fikrimin babası Ziya Gökalp, demiştir. Gökalp ise Osmanlı’nın çöküşünü Türk kurum ve geleneklerinin ihmal edilip Arap ve İran değerlerine bağlı kalınmasına dayandırmaktadır. Gökalp’in yaklaşımı çok genel olarak dil ve kültür milliyetçiliği ile ahlakçı tasavvufa dayanmaktadır. Tabi böyle bir değerlendirmeyi zamanın psikolojisi içinde ele almak gerekir. Yoksa Osmanlı imparatorluk pragmatizmi çerçevesinde sadece Arap ve İran kurumlarından değil Bizans kurumlarından dahi yararlanmıştır. 

 

Bu noktada, Balkan Savaşından sonra uyanan Türklük bilincini önemli bir gelişme olarak not etmek gerekiyor. Buna Osmanlıların I. Dünya Savaşında yenilmesi ve Arap topraklarını kaybetmesini eklemek şart. Emperyalist güçlerin Osmanlıyı paylaşma girişimi ve Atatürk önderliğinde kazanılan Kurutuluş Savaşı ise millet ve Cumhuriyet olma yolunda büyük bir güç veriyor kanımca. Zaten çağın mantığı ve dünya gelişmeleri dikkate alındığında Osmanlı’nın eskisi gibi bir “millet sistemi” olarak varlığını sürdürmesi mümkün değildi.

 

Bu nedenle cumhuriyet, Türk kültürü, dil, laiklik gibi konular siyasi bir tercih olmasının yanı sıra tamamlanmış bulunan tarihsel bir olguya uyum sağlamaktı aynı zamanda.

                                                                                              

Konuya bir başka açıdan bakıldığında Batıda kendi dinamikleri çerçevesinde gelişen Hümanizma akımını Atatürk’ün devrim yoluyla hayata geçirdiğini söylemek mümkün. Elbette bu kolay bir iş değildi. Çünkü Atatürk’ün kafasındaki düşünce Batılı anlamda bireye ve bilime dayanan bir toplum yaratmaktı. Örneğin bir görüşe göre alfabe Batı dillerindeki çalışmalara daha kolay erişim sağlayabilmek amacıyla Latinceleştirilmiştir.

 

Genel olarak bakıldığında, Cumhuriyetin eksik ve hataları olmuştur muhakkak. Kimilerine göre eğitim konusuna yeterli ağırlık verilememiştir. Kimileri ise güçlü ve özgürlükçü bir temel felsefe ortaya konulamadığını söylemektedir. Kanımca Atatürk sonrası en büyük eksiklik adanmışlık eksikliğidir. Üstelik küresel güçlerin etkilerini görmezden gelemeyiz. Fakat öyle ya da böyle Cumhuriyetin alternatifi yoktur ve geriye dönüş mümkün değildir. Zira Cumhuriyet Osmanlının gerileme döneminden itibaren başlamış bir süreçtir ve tarih geriye yürütülemez. 

Yorumlar